Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

dutlarca

saçlarının renginde  yağıyordu dutlar rüzgarda, kara kara. yerler bal eylendi, ayakların altında ezilen dutlarca. halbuki çarşaflar gerilmeliydi çoktan ağaçların altına, meze olmalıydı sofralara, kara kara. yaprakları tavşanlar yemeliydi hem de, severmiş onlar, öyle derdi anneannem. dut düştü mü ağaçtan, bayram edermiş toprak, yüzü gülermiş güneşin. çayırlar bir başka yeşile bürünürmüş o gün.  bugün... öyle değildi. tepeme yağdı saçların, dutlarca döküldüler içime, tere görmemiş gözler gibi, kara kara doğdum, tenimde kaldı lekesi. ömrüme koydun en büyük izini, kara karardı.

ah cavidan!

ah Cavidan! ulaşamıyorum vakitsiz serpilen kavakların boyuna kaldıramıyorum kollarımı ki bi dalından tutayım bari uzunca bir uykuya dalmışım da fareler kemirmiş beni sanki bereler içinde bakıyorum göğe süzülen kavakların namertliğine düzelecek miyim, dönecek miyim senden öncesine peki? bilmiyorum Cavidan, ah Cavidan! ben bilemem ki, ben ne bilirim ki hem. daha ne kadar yükselir bu kavaklar, bir fikrin var mı? göğün sınırı nerdedir peki? sus, sus Cavidan, dudakların yorulmasın, nefesin bana değmesin sus! yanıtsız bırak farelere yem olmuş avare aklımı. durulmuyor parelenen yerlerimin kaşıntısı, fayda etmiyor derime bastığım tuzlar kuduz bir it gibi yerlerde sürünüyorum, bekliyorum, evet başka çarem yok bekliyorum o köpüğün ağzımdan çıkmasını çıkmıyor Cavidan, çıkmayacak da biliyorsun. ah Cavidan! söndüremiyorum hararetini kestiğin dalların, demlikler çürüdü artık kaynamaktan. bitkinim çok, hem de çok çöküyorum ölü yaprakların üstüne. bir şeyler fısıldıyorlar: -kavak...

serzeniş

sendeleyen sabahların vakitsizliğinde, sarmalanmış yüreklerin derinlerindeydi  gecenin sahipsiz ışıkları. üç bacaklı sandalyenin üzerinde, demlenmemiş ıhlamurun içindeydi  aciz düşüncelerin çokluğu. fırfırlı bir eteğin ucunda, pamuktan ipliğin inceliğindeydi kaygısız hayatların müsrifliği. hoyrat bir hükümranın ağzında, sürgüne mahkum münevverin dimağındaydı koca bir diyarın umutları.

murdar

murdar sular akıyordu yolun kenarından, müşfik bir simanın gülümsemesiyle duruldu ansızın. ‘debdebeli’ bir kavuk göründü aynı yolun başında ve su tekrar akmaya başladı, murdar. şimdi müşfik yüzlerce sima gerekliydi, yüzler, yüzlerce sima.. işte, tam o anda.. o yüzlercede o, murdar, o, su. salt durulmayacak, durulaşacak!

leyla'ya

gergefte bir kumaş düşün behçet abi öyleydi, buğdayın bile kıskandığı teni, gemlik’te topladığımız kara zeytinler var ya hani öyleydi işte, etimi delip içime işleyen gözleri. öyle güzel bakıyordu ki be behçet abi, yüreğimi bir daha toparlayamayacak gibi oluyordum. ah o dudakları var ya uzun uzun kırmızı rujunu sürdüğü, öpmeye dahi kıyamazdım ki behçet abi! yakışır mıydı hem benim pürüzlü dudaklarım onun ruhu kadar ince dudaklarına. o değil de! kıvırcık saçları havalanıyor ya rüzgarda, bir telaşla düzeltmeye çalışıyor hani işte o zaman behçet abi, tam o anda bütün rüzgarları karşıma alasım geliyor! behçet abi, ne yapacağım şimdi? kıyamam ki bakmaya eskimiş gözlerimle ona. olur mu hiç tutmak elini nasırlı parmaklarımla? hem nasıl derim için için öldürdüğünü beni. behçet abi! ben şimdi bu alemde hangi deliğe koyayım kendimi?

tril

kulağımı titreştiren bir tınıydı uyandıran beni. daha mahmurluk bedenimi terketmemişken ikinci bir titreşim. üçüncü, dördüncü… sanıyorum ki kafamda oluşturduğum bu triller, sıcaktan soğuğa geçmenin ne kadar ürperti vereceği alıştırmasını ayağımla kontrol ederken devam ediyordu. zaten yeterince havalanıp tüylerimi diken eden yorganı üzerimden sıyırdım ve yavaşça kalktım yataktan, evinden çıkmayan bir cam kemik hastası korkusuyla. yürümeye çalıştığım yön kirpiklerimi birbirine karıştırıyor ve bir esinti yalıyordu yüzümü, henüz yıkamama fırsat vermeyen sese inat. zira hala sesi arıyorum. rüzgarın bu bana tüküren kendi yüzüne tükürür edası o kadar şiddetli ki, yel yeperek yelken kürek pencereye sarılıyorum. ve an bu an ki anlıyorum nedenini uyanmamın. o, doğanın alarmıydı ve rüzgarın nefesi bu kez kemanımın telleriyle oynamıştı.

haşikio

kaldırımların şekilsiz taşlarını arşınlarken, ahmak ıslatan bir yağmurun ortasında. enseme vuran damlaları saymakla meşguldü zihnimin derinlikleri. kararsız cümlelerin hareli kavramları çırpınıyordu, boğulmamak için bu yoğun sicimlerin altında tartaklanmış çocuk bedenine iyi gelebilirdi belki bu su, bereketi beraberinde taşıyan bir ritüeldi ne de olsa. yer altına sığınan patatesin en büyük ulumasıydı, iki hidrojen ve bir oksijen. pantolon paçalarının belalısı birikintilerin bıraktığı çamur izleri, rengini veriyordu telvesi az olmuş sade bir kahveye. su,  yağıyordu, kolonyalı ellerin istemediği her gece.

buğulu oyun

yürüyorum ile başlayan bir cümlenin ötesi var mıdır? zaten başlı başına bir olay değil mi ki öznesi, yüklemiyle. velhasıl yürüyorum gözümü hiç kırpmadan o uzun yürüyüş yolunda. buğulu görüyorum göz kapaklarımı kapamamanın verdiği sıkıntıyla. ‘e kapa o zaman’ diyeceksiniz, ‘yok’ iyi gelir aslında bu fluyat insana bazı bazı. bu sıkıntıyı daha büyüklerine fırsat vermemek için çekiyorum belki de, kimbilir belki de en büyük zararı kendime vererek. yürüdüm, yürüdüm, …… diye devam ettirdiğimde cümleyi kepenkler iniyor elbet. dayanamıyor bilincim doğuşun refleksine. içeri giren havayla oluşan üç damla göz yaşı akıyor beraberinde götürdüğü toz zerrecikleriyle. ve getirdiği soğukluk havanın, üst üste kırpıntı yapmama neden oluyor. ve evet yeniden başlıyorum bu buğulu oyunuma.