Ana içeriğe atla

Kayıtlar

büyüktü

bir küçük dudak ıslaklığıydı dokunan göz çukuruna. arpadan yudumlar geçerken boğazımdan yelkovan da peşine koşturuyordu, acelesi olan atlar gibi. sahici sözler döküldü havaya sonra saklandılar tozların arasına, gözün kaşla mesafesince. çayların adası, salatanın rokası kaldı geriye bir küçük dudak ıslaklığıyla birlikte. o bir küçük, çok büyüktü.
En son yayınlar

kanatsız serpiliş

kaldırım taşlarına dağıldı ekmek kırıntıları savruldu serpilen gururun peşinden, şiddetli bir rüzgarla fahri bir yüreğin omuzlarında asılı kaldı o an tüm fırıncılar izleyedurdu halk, insanın en derininden kopan ekmekli fırtınayı bir serçe… serçeler dolandı akbaba misali ayak basamayacakları çaputun üzerinde dört değil beş döndü gözler nur simalı kafirin gergef derisinde Ferdi bir kişilik çıktı yüz katlı binanın en tepesine Hezarfen bile direnememişti, onun kanatsız serpilişine.

Zelzele

Yedi odalı konağı dolaşıp kendime ait bir yer bulamamıştım. Ahşabı kurtlu parkelerin gıcırdayan seslerinde saklıydı belki de aitliğim. Tutuksuz aklımın sahipsizliği ise o yedi odanın gıcırdayan kurtlu parkelerine ışık vermeyen pencerelerin pervazında kül olmuştu. İki ayaklı masanın şekilsizliğine şekil olmaya kalkışmıştı bedenim. Görkemli kapının mührünü kıran heybetli bir gerçekliğin sesi yankılandı rutubetli tavanlarda. İşaret parmağımın bütün eklemleri titreşti içerde oluşan akustik ile beraber. Paldır ve Küldür o an ilk kez yan yana gelmişlerdi filoloji evreninde, Sanki Kürdili hicazkardan Nihavend makamına bir taksim çınladı udun tellerinde. Perdeli şarkılar perdesiz konağın kalu beladan kalma avizelerinden yıldızlara seslendi. Kırmızı mührün pinçikleri, titreşen eklemlerimin deryasına dayanamayıp Boğaz'ın fitoplanktonuna yem olmuştu. Mavi balık kırmızı mührün yemliğine dayanamayıp konağın tuvaletinde can buldu. Katıksız bir kaos başladı güneşsiz olamayan ağaçların aras...

bakakalmak

alelade bir günün gecesinde yer yatağı yurdun olur ve karalamaya başlarsın düşüncelerini. açık pencereye bakıp ferahlık vermeyen rüzgara kızarsın, aksi gibi sıcak kahveni yudumlarken. kendi kendini ısıtıp soğukluk dilenirsin yani önüne gelenden. yanında açık bırakılmış yarım bir kitap, bir kasenin içinde tüten dumanla bir filmin içindeymiş havası yarattığın lazımlığa bakakalırsın bir an. debelenirken içindeki kımıltılar nasıl devam ettireceğini bilmediğin bir cümlenin ortasında bulursun kendini, belki de bulmazsın. ona da öylece bakakalırsın. hep bakakalırsın. hep bakakalıyormuşsun gibi gelir. sonra merak edersin kelimenin kökünü. ‘bak’a bakakalırsın. biriktikçe içine çektiğin dumanlar daha bir şevke gelir parmakların klavyenin üzerinde. namussuzca dökülür dili, saçma sapan bir ‘word’ dosyasına. mülksüzler. açık kalmış kitabın adı. kendin gibi. hıh! yaşamsal aktivitelerini sorgulamaya başladığın tam bu an bunalıma doğru adım attığının farkına varır ve koyverirsin kendini karanlığa...

dolunay

anlamak dolunayın açığa vurduğu bulutun çaresizliğini. mahkumluğunu anlamak, bir ömür boyu o zulm edip utandıran ışınlara.  ve sonra haykırmak avaz avaz  her alemde nam salmış dünyanın acımasızlığına..

alabalık

alabalıkların tam ortasında kalmış cenin saflığıyla büzmüştü fikirlerinin yüklemlerini. ne zaman konuşmalıydı? ne söylemeliydi? yüklemsiz cümlelerin vurgun yemiş özneleriyle boğuluyordu tatlı suyun oksijensiz akıntısında. nefessiz kalan düşünceleri, kabulsüz insanların tuz basılan yaralarında can buluyordu sanki. içinin çığlıkları, beynelmilel ideolojilerin çeperine takılıyordu. aynı safta savaşan yüreklerin çıplaklığıyla vazgeçti düşüncesiz yaşamından.

o

köksüz bitkilerin solmuş yapraklarıyla beraber dibe çöktün. kimse dokunamadı bulanıklığına suyun. bu, son debdebesiydi belki de hareli yaşamının..